Aras Dinçer : Frenin Sultanları

Kategori : Aras Dinçer

Ege ve Eskişehir rallilerinde 60’ar kayıt vardı, spor ileri gidiyordu, katılım patlamıştı, oh ne güzeldi değil mi? Eveeet, işte karşınızda gerçekler. Samsun’da takke düştü, kel göründü. Liste yarıya düştü. Şaşırdınız mı..? Hiç şaşırmayın… Ege ve Eskişehir rallileri, birer “kaza” idi. Kabul edelim ki, bu ülkede bırakın amatörleri, şu an kafaya giden bir avuç Super2000 bile, birkaç kişinin üstün gayretleri ile yürüyor. Hani olur da, o birkaç kişi “biz seneye yokuz” deseler, önümüzdeki sezon Alptekin Işıkalp filan Türkiye Ralli Şampiyonu olabilir yani… (Alptekin bir şekilde bulur bir sponsor)

Bu gidişatın Kasım ayında yapılacak seçimler sonrası, nasıl bir şekil alacağını, daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gideceğini göreceğiz. Hadi yeni insanlar kazanmakta beceriksiziz, bari elimizdekileri nasıl kaybetmeyeceğimizi araştırıp, buluruz umarım bu yeni dönemde. Bu ülkede hala bir rallide start alma potansiyeline sahip 60 deli var ise, önce bunu yapmak lazım.

Hitit Rallisi, uzun bir aradan sonra, ilk defa bir ulusal rallide start almadığım bir yarış oldu. Yarışmayıp, rahat rahat seyretmek elbette keyifli geldi. Ta ki, etapta ilk araba önümden geçene kadar. İnsan o an anlıyor ki, tüm stresine, koşuşturmasına, zorluğuna rağmen, seyretmekten daha keyifli birşey varsa, o da yarışmak… Allah hiçbirimizi, sevdiği etaplardan mahrum bırakmasın, hiç kolay değil gerçekten… Düşündüm de, en son 1998 yılında bir Hitit Rallisi seyretmiştim. Bu vesile ile, hem hiç görmediğim Samsun’u görmek, hem ağız tadıyla bir yarış seyretmek, hem de gidişata işin dışından bir bakmak için fırsat buldum. Çağlar ve Sait ile seyahat planlarımızı yapıp, Focus’umuzu cruise control’e alıp, perşembe sabahı düştük yollara. Cağ kebaptan, Çorum leblebisine kadar birçok gıdayı tükettik, Merzifon ana jet üssüne iniş-kallkış yapan F16’ları seyretmek için yolda durduk, yavaş yavaş, yolun keyfini çıkara çıkara Samsun’a vardık. İyi ki de varmışız, harika bir şehir çıktı karşımıza. Samsun ile ilgili aklımda kalan tek tuhaf anı, kaldığımız otelin etrafındaki -herhalde- sekiz camiden ayrı ayrı okunan, anlamadığım bir şekilde biri bitip diğeri başlayan, tepelerde yankılandıkça sanki 25 ayrı yerden okunuyormuş gibi hissedilen sabah ezanı oldu. Bu rallide yarışmacı sıfatı taşımadığım için, yarışmacı gözüyle bir yorumda bulunamayacağım. Ama bunu bir seyirci gözüyle yapabilecek durumdayım. Sıradan bir seyircinin yarışı nasıl tekip ettiğini, neler gördüğünü, Türkiye Ralli Şampiyonası’nın bir ayağında neler olduğunu, takımlar hakkındaki izlenimlerimi anlatabilirim mesela…

Öncelikle, etaplara bir göz atmak için Cuma günü bir tur attık. Gördüğüm kadarı ile, özellikle zemin kalitesi anlamında, Türkiye’deki en keyifli etaplardan üçü ile karşılaştık. Sert zemin, alışıldık Marmara bölgesi etaplarına göre çok daha kaygandı. Ama en azından herkese eşit şans tanıyordu ve en önemlisi, otomobillere zarar vermiyordu. O kadar kaliteli bir zemin vardı ki, eski Ankara etaplarını hatırlattı bana. Etapların sadece karakteri değil, konumları da mükemmeldi. Hiç zorlanmadan, ilk gün seyirci etabı dahil üç, ikinci gün ise öğlen servisi dahil olmak üzere dört etap seyrettik. Seyirci için daha iyisi olamazdı herhalde. Şehir merkezindeki seyirci etabından hem yarışmacılar keyif aldılar, hem de halktan gösterilen yoğun ilgi ile kendimizi bir an olsun yabancı bir ülkede gibi hissettik. Sanırım 2000 civarı seyirci vardı. Tek tatsız olay, valinin koruması olan polislerin, seyretmek isteyen bazı insanları biraz da kaba kuvvet ile kovalamaları idi. Vali bey göremiyormuşmuş arabaları. Bir diğer artı puanı, seyirci alanı ile kaptı ANOK. Hayatımda ilk defa, metro, teleferik, fayton gibi ulaşım araçları ile gelinebilen bir servis alanı gördüm. Üstelik şehrin bir kısmından panoramik olarak da izlenebiliyordu. Epey seyirci geldi servis alanına. Startta görüntü almaya çalışan, akredite basın mensuplarının önünde duran ve işlerini yapmalarına engel olan bazı kişiler hakkında ise, diyecek birşey bulamıyorum. Türkiye’de kimse kurallara saygılı değil. Orada medya alanı var, adamlar işlerini yapmaya çalışıyorlar, bir takım kişiler, start takının önünde baraj kurmuşlar. Medya mensupları uyarınca da, oradan birisi hönkürüyor: “O kim, sen biliyor musun?” İltihaplı beyinler, her yerdeler maalesef. Kim dediği, ismi lazım olmayan bir derneğin başkanı… Laçkalığın bu kadarı artık…

Biraz da, yarışın kendisinden bahsedelim. Bu yarışın açık ara en bahtsız ekibi olan Team 47’nin başına gelen musibetler, daha perşembe akşamından kendilerini göstermeye başlamışlardı. Takımın pilotlarından Ümitcan ve kopilotlarından Güven, yedikleri bozuk börek yüzünden ishal olmuşlar. İlk duyduğumuzda makaraya vurduk işi, “ikisini bir arabaya koyalım, bolca da bez verelim yanlarına, tamamdır” gibisinden çirkin şakalar yaptık. Ama işin ciddiyetini, Nurdan Abla hastanede serum nöbetine gidince anladık tabii. İki Team 47 üyesi, ishalden bitik halde start aldılar yine de. Ama gel gör ki, Volkan Abi’nin Fabia Super2000’i de ishal olmuştu. Yeni motor yapılan, ama yapılan yeni motora göre bir beyin programı yüklenmesi Skoda İtalya Takımı tarafından akıl edilemeyen Fabia, aksak çalışıyordu. İtalyan’ların nasıl bu kadar ahmak olabileceklerini düşünürken, bir taraftan da “Koskoca Skoda İtalya Takımı bunlar, eşşek değiller herhalde, bir şekilde ya programı alırlar, ya bir beyin getirirler” diye umut ettik Volkan Abi’nin yarışabilmesi için. Perşembe günü “keşfedilen” bu durumdan sonra, önce cuma gününü harcadı İtalyanlar, sonra da start günü geldi çattı. Cumartesi sabahı bir mühendis ile yollanan beyin takıldı. ama bu defa da başka problemler çıktı motorda. Nihayetinde, Skoda İtalya takımının üyelerinin 2.5 gün boyunca aval aval baktıkları Fabia Super2000, start takına kadar bile gidemedi ve şampiyonluk için son defa zarını atacak olan Volkan Işık, start alamadı. Beyinsiz olan Fabia’mıydı, yoksa Fabia’yı yürütmekle sorumlu olan Skoda İtalya takımı çalışanlarımıydı bilmiyorum ama, bu arkadaşlara şahsen, nacizane bir çift lafım olacak: Sizin yapacağınız işin, ben ta …….. Başka da birşey demiyorum… Team 47’nin felaket bulutları bununla da dağılmadılar. Yarışta da türlü musibet ile uğraştı takımın ekipleri. Özgür’ün Fiesta’sı aks, direksiyon kutusu problemleri yaşadıktan sonra, aktarma problemi ile yolda kaldı. Halim, sert bir kaza yaptı. Yıldıray ise daha da sert bir kaza yaptı. Bu vesile ile, kopilotu Mehmet’e de geçmiş olsun diyorum. Bir geçmiş olsun da, debriyajı biten Palio Super1600’ü iterken düşüp, omuzunu kıran Gürkal’a…

Bir taraftan Almanya Rallisi’ni takip ederken, bir taraftan etaplarını seyrettiğimiz Hitit Rallisi’ni, Luca Rosetti kazandı. Tecrübesinin payı bunda çok büyük. Murat yine birinci sınıf bir ham hız gösterisi sundu. Yağız çakınca, markalar şampiyonasını riske atmamak için yavaşladı biraz. Yağız’ın şampiyonluğu oldukça zora girdi şimdi. Gireceği IRC yarışları Yalta ve Sliven rallilerinden birini ve Yeşil Bursa’yı kazanmak zorunda. Yine de motorsporlarında hiçbir şey imkansız değil tabii… Yarışta hayretle izlediğim şey ise, kimsenin lastik patlatmadığı etaplarda, Ercan Abi’nin iki kere lastik patlatması oldu. Önce D-Mack ile çıktı Ercan Abi. “Lastiğin kabahati yok, ben taşa vurdum” diyor, patladı ön lastiği. “D-Mack ki patlıyormuş” dedik, ama bu sefer de Michelin’i patlattı… Çok kızışan ve dört ekibin potada olduğu Grup N klasmanında ise, herkesin şampiyonluğu birbirine altın tepside sunuşuna şahit oluyoruz bu sezon. Yarışa lider başlayan Uğur, bu defa transmisyon arızası ile yarışı bıraktı ve bütün şansını kaybetti. Liderliği devralan Hakkı, Boğaziçi Rallisi’nde çöpe attığı puanları çok arayacak gibi dururken, Uğur’un kalmasıyla şampiyonluk için en önemli adaylardan biri haline gelen Nebil’in yaptığına ise, ne diyeceğimi bilemiyorum… Etap içinde koşan bir köpek ile yarışa tutuşan Nebil, önüne doğru kıran köpekten kaçamadı maalesef. Diğer pilotların da farkettiği köpeğe çarpan Nebil, yağ radyatörü kırılınca yolda kaldı. Tek teselli, arabanın üzerinde köpeğin yaralandığına dair bir iz bulunmayışı idi, umarım yaşıyordur… Böyle olunca, Sabri kıymetli puanları cebe indirdi ve Grup N liderliğini sürdürdü. Yeşil Bursa’da hanyayı konyayı göreceğiz…

Afacanlığıyla ünlü bir kopilot arkadaşımızın, bir başka kopilot arkadaşımıza (kalın bir kopilot arkadaşımız bu, ismi bende saklı) yaptığı şaka ise, Türk motorsporları tarihinde bir ilk değeri taşıyordu. Yarışı seyretmeye gelen bu afacan arkadaş, rahat duramayıp, bir topkek’in içine viagrayı ufalayarak, kalın kopilot arkadaşımıza ikram edince, o etap biraz zor geçmiş tabii. Etapta iftar çadırını kuran kalın kopilotumuz, akşam servisi sırasında bile yerinde duramıyordu. Zaten oldukça aktif bir insandır kendisi…

Bu arada, yurtdışında ülkemizi temsil eden Berke Bayındır ve Kenan Sofuoğlu’nun da başarılarını tebrik edelim. Berke, VW Scirocco Cup’da 5. olurken, Kenan ise bir kez daha SuperSport şampiyonluğuna uzandı.

Usulen, Almanya Rallisi için de birşeyler yazmak lazım ama, bu noktadan sonra ne yazılabilir bilmiyorum açıkçası. Sebastien Loeb’e bazı kısıtlamalar filan mı getirilmesi lazım acaba? Mesela, antrenman otomobili ile yarışsın? Veya arabayı birkaç etapta Daniel Elena mı kullansa acaba? Yarışın görüntülerinde birşey dikkatimi çekti. Bu yarış nedense bolca arkadan çekilmiş görüntü vardı internette. Arkadan derken, otomobillerin viraja girişlerini arka açıdan veren görüntüler. İki pilotun fren lambaları, diğerlerinden biraz farklı yanıyordu. Herkesin fren lambaları viraj öncesi tereddütle bir yanıp bir sönerken, sadece iki Sebastien’in, Loeb ve Ogier’nin fren lambaları, bir kere yanıp, sonra sönüyorlar, bir dahaki frene kadar da yanmıyorlar. Frenin sultanları işte, ne diyeyim… Bir çok kişi, bilhassa asfaltta hızlı gitmenin sırrının, doğru düzgün fren yapmak olduğunu göz ardı ediyor. Şimdi bir de, değişik bir kesim türedi yabancı forumlarda. Bazıları diyor ki, “Ya kardeşim, bu Loeb hayatı boyunca Citroen ile yarıştı. Citroen ile babam da kazanır. Başka arabalarda görelim Loeb’ü..” Tersini düşünelim: Loeb’ü başka arabalarda göremedik ama, başkalarını Loeb’ün arabasında çok gördük??? Sainz, McRae, Duval, Sordo, Ogier… Bunlar Döşovo Kit-Car ile mi yarışıyorlardı? Yoo, bunlar da fabrika arabası kullanıyorlardı. Sanırım Loeb’ün dominasyonunun suçunu otomobillere atmak, biraz haksızlık oluyor makinelere. Çünkü artık motor gücünün değil, lastiklerin ve süspansiyonun limitlerine geldik. Ölümler bunu gösteriyor ve bunun kanıtı çok açık: Petter Solberg’in bazı açıklamaları oldu: Mikko Hirvonen’in, Ouninpohja rekorunu aslında kırmış sayılmadığını, çünkü etabın 2012’de 230 metre kısa olduğunu söylemiş Solberg. 129 km ortalama hız ile hesaplarsak, saniyede yaklaşık 35 metre yol alan bir otomobil ile, 230 metreyi katetmek, yaklaşık 7 saniye alacağı için, Solberg bir yerde haklı sayılır. Ama burada esas çıkarılması gereken ders şu ki, eski nesil, 2 litre motorlu, daha geniş ve uzun olan, dolayısı ile, daha iyi yol tutması beklenen bir WRC ile, yeni nesil, 1.6 litre motorlu ve küçücük bir WRC’nin, bir etapta aynı zamanı yapabiliyor. Otomobillerin fiyatları ve yürütme maliyetleri de aynı olduğuna göre, neden 1.6 otombillere geçildi ki?

Otomobil firmaları, pilotlar, takımlar, hayatta kalmak için birbirlerine sarılmış durumdalar. Şu resme bir bakar mısınız: Mülkiyeti Alman’lara ait bir Çek markasının ürettiği otomobil ile, bir İngiliz takımı adına, Norveçli pilot ve kopilot yarışıyor, altlarında Fransız lastikleri ve İtalyan malı jantlar ile… Böyle birşey, çok değil, 15 yıl önce imkansızdı. Milliyetçiliğin bile süngüsünün düştüğü bu finansal ortamda, birçok marka ve pilot hayatta kalma savaşı verirken, FIA’daki efendiler, dalga geçer gibi hergün kuralları değiştiriyorlar. Bu firmalar, bu takımlar nasıl yatırım yapacaklar, bu pilotlar hangi otomobil ile kazanacaklar, kimse bilmiyor… Lastiklerin ve süspansiyonların limitlerine geldik diyorduk, ama sanırım ve korkarım, artık bütçelerin ve paranın da limitlerine geldik. FIA’nın şu anki ralli uygulamaları, sporu geri götürüyor. Bu yıl onca insan hayatını kaybetti rallilerde. Ne seyirci güvenliği, ne de yarışmacı güvenliği adına bir ses çıkmıyor FIA’dan. Hayret etmemek elde değil…

WRC’den birkaç ilginç gelişme ile sonlandıralım, çok uzattım… Almanya Rallisi’nde bir ilki yaşadık: İlk defa bir ralli otomobiline, normal etaplarda bir polis eskortu eşlik etti. Evet, şaka değil. Araujo’nun Mini takımından gönderilmesinin ardından, yerini alan Atkinson’ın yarışta sabote edileceği haberi üzerine, ADAC, polisten yardım istemiş. Normal etaplarda Atkinson’ın Mini’sini kameralı bir polis motosikleti takip etmiş. Ne günlere kaldık yahu… Bu arada, ralli tarihinde belki de ilk kez bir “zorunlu doughnut” izleyeceğiz Katalunya Rallisi’nde. Riudecanyes etabındaki bir kavşakta, zorunlu bir 360 derece dönüş konulmuş güzergaha. Doughnut meraklıları sevinçten havaya uçmuş. Motorsporları tarihinin ilk olimpiyat madalyalı sporcusu olan, Nasser Al-Attiyah’ın ardından, bir başka motorsporları emekçisi daha, olimpiyat madalyası kazandı. 2001’de bir Champcar yarışında bacakları kopan Alex Zanardi’nin, paralimpik olimpiyatlarında kazandığı iki altın ve bir gümüş madalyayı kutluyorum. Olimpik spor olarak sayılmayan motorsporlarında iki kişinin olimpiyat madalyaları alması, oldukça manidar oldu.

Hatalıysam: arasdincer@rallidergisi.com

Son Haberleri :

Yukarı Git
%d blogcu bunu beğendi: