Fırtına gibi bir Monte Carlo Rallisi ile 2013 Dünya Ralli Şampiyonası’na merhaba dedik. Fırtına derken, kar fırtınası gibi daha doğrusu… Zorlu ama keyifli hava şartları, yeni takımlar, yeni takım pilotları, yeni kararlar, yeni sponsorlar ve en önemlisi, bu sene yeni bir şampiyon görecek olmamız gibi etkenlerin yanı sıra, kasvetli ve ölümlerle geçen 2012’den sonra, yepyeni bir sezonun başlıyor olması, herkesi daha bir heyecan ile Monte Carlo’ya yöneltti. Bazı pilotlardan çok üst seviye performanslar gördük, bazıları icraatlarıyla hayal kırıklığı yaşattı, bazıları ise hiç şaşırtmadı…
Neticede kazasız değil ama belasız, ekipler için çok zor, ama izleyenler için seyrine doyum olmaz bir yarış oldu. Hele ki son gün, yarışın gidişi, şekli, klasmanı herşeyi alt üst oldu. Son gün için tüm takımlar, 400 km ötede başka bir lokasyondaki başka bir servis alanına taşındılar. Seyirci güvenliği bahanesiyle, fakat aslında havanın dengesiz değişimleriyle zeminin çok tehlikeli bir hal almasından ötürü, son iki etap iptal oldu. Böylece 42 km’lik bir kısımdan mahrum kaldık ve 468 km spesyalden geriye 426 km kaldı. Podyumun son basamağına çıkmak ve ilk beşe girmek için yırtınan dört pilot başını derde soktu. Başını derde sokanlar sadece pilotlar değildi. 3 İspanyol seyirci, soğuktan donmamak için alkolü -ne içiyorlarsa artık- fazla kaçırınca, tepelerden aşağı yuvarlandılar. Neyse ki, hafif yaralanmışlar, ölmediler…
Başka yeni şeyler de gördük Monte’de. Örneğin superrally uygulanmadı. Ki bu şartlarda kesinlikle uygulanmamalıydı zaten. Günde 4 ya da 6 etap geçilen bir yarışta, superrally yaparak hiç de hak etmediğiniz bir yerde yarışı bitirebilirdiniz. Bu tip saçma ihtimaller düşünülerek, superrally uygulanmadı Monte’de. Ki zaten rallinin ruhuna tamamen aykırı bir uygulama. Efsanevi Sisteron etabının geri dönüşünü gördük ve bu gerçekten iyi oldu. Sisteron’suz Monte Carlo pek de tat vermiyordu. Bir de, emekliliğin hiç de kötü birşey olmadığını gördük Monte’de…
Emekli denince akla ne gelir? Türkiye’de, maaş kuyruğundaki iki büklüm ihtiyarlar, ay sonunu zor getiren insanlar gelir mesela. Avrupa’da, sosyal şartlar çok daha iyidir, beş yaşında bir Mercedes satın alıp, bahçeli evlerinde bergamut çayı içer avrupalı emekliler. Amerikalı’lar emekli olduklarında, torunlarıyla Disneyland’e, Pearl Harbour’a filan giderler. Japonya’da ise, emekli insanlar kültür turlarıyla dünyayı gezip, fotoğraf çekiyorlar. Hiçbir emekli insandan, “Ya hanım, gel Monte Carlo’ya girelim seninle bu sene, şu Sebastien Ogier’ye şöyle bir buçuk dakika döşeyelim de kulakları oynasın keratanın” diye bir emeklilik planı duyamazsınız değil mi? Böyle emekli mi olur? Şimdi bu Loeb’e gidip, “Bağkur’lu musun, SSK’lı mısın” diye de sorulmaz ki… SSK’ya daha yatkın sanki, ama bu SSK, başka SSK, açılımını siz tahmin edersiniz artık…
Bu kadar latife yeter sanırım… Bay Mükemmel, emeklilik yıllarına, yarış kazanarak başladı. Buna şaşıran oldu mu diye sorarsam, bir tane bile evet yanıtı alamayacağımı biliyorum. Sonuçta Monte Carlo’yu kazanmak istiyorsanız, motoru çalışan bir otomobil bulup, Sebastien Loeb’e emanet etmeniz yeterlidir ve siz Monaco’da şarap içerken, O yarışı kazanır. Fakat ben İsveç’te de çok farklı bir durum göreceğimizi zannetmiyorum. Bazı insanların zirvede bırakmak gibi bir idealleri olduğu bilinir. Fakat bu emeklilik kararında bence çok daha derin sebepler var. Citroen, Loeb sayesinde o kadar başarılı oldu ki, bu başarının bir antipatiye dönüşmesinden korkulmuş olabilir diye tahmin ediyorum. Spor tarihinde Chicago Bulls, Barcelona, Tiger Woods gibi örnekleri vardır bu sonsuz başarı antipatisinin. Hatta sırf bu yüzden bir başka Fransız’ın yerine (Bu pekala Ogier olabilirdi) bir kuzey, bir de güney Avrupalı pilot seçildiğini düşünüyorum. Sonuçta bu pazarları pozitif etkileyebilecek bir sonuç yaratmaya çalışıyor olabilir Citroen. Yoksa Loeb de, Elena da, 10 değil, 12 şampiyonluğu hala kazanabilecek güçteler. Neyse efendim, bu vesile ile, ilk defa WRC’den emekli olmuş bir pilotu yarış kazanırken de görmüş olduk böylece…
Yarışla ilgili birkaç mevzuya daha değinelim. Bu sene ice crew’lar arasında, WRC’nin ve IRC’nin kalın abilerini gördük. Delecour, Vouilloz, Lampi gibi isimler, tecrübelerini gençler için konuşturdular ki, bu ihtiyar kurtlardan, hala gençlerin hala çok şey öğrenebileceklerini görmüş olduk. Çünkü onlarla çalışan pilotların hepsi de, ice crew’larına dua ediyorlardı. Michelin, Monte Carlo’ya dört farklı tipte lastik ile geldi. Ama alışıldık Monte şartlarından bile daha kötüsü ile karşılaşan ekipler, bunların içinden sadece kış desenli ve çivili kış desenli lastikleri tercih etti. Bunların da sayıları limitli idi ve tüm pilotlar bazı looplarda başka tipte sıfır lastikler takmak yerine, daha önce kullandıkları çıkma çivili lastikleri kullanmayı tercih ettiler. Hatta lastik planlarında, çivili lastikleri kar olmayan bölgelerde yıpratmamak ve çivi kaybetmemek için, zaman kaybını göze alarak yavaş gitmek de vardı. Şaşırtıcı biçimde, bu planlar tuttu ve çoğu çivili lastikler, etap sonlarına gayet iyi durumda geldiler. Michelin yine iyi iş çıkardı yani.
Volkswagen Polo R WRC’nin bir Carlos Sainz prodüksiyonu olduğunu iyice idrak ettik. Matador, gerekeni yapmış, belli ki sağlam dayak atmış Polo’ya ve bütün zayıf yönlerini ortaya çıkartmış. Almanlar da otomobildeki bütün böcekleri temizlemişler. Volkswagen’lerin henüz ilk yarışlarında bu kadar sorunsuz ve hız anlamında rekabetçi olmaları çoğu kişiyi -ve beni de- yanılttı. Ancak bu “hız anlamında rekabetçilik” noktasında bir parantez açmak lazım. Seb Ogier, bu otomobil üzerinde bir senedir tepiniyor ve belli ki eldiven gibi geçirmiş arabayı eline. Latvala’nın nasıl pineklediğini gördük çünkü. Ogier’nin bu etaplardaki tecrübesini de hesaba kattığımızda, Citroen Racing pilotlarının bir zahmet biraz popolarını kaldırıp, harekete geçmeleri gerek. Böyle pineklemek yerine işlerine odaklanıp, isteklerini ve global tecrübelerini ortaya koyarlarsa, şartları lehlerine çevirebilirler. Çünkü ne olursa olsun, otomobil avantajı hala Citroen’den yana, ellerinde yılların dataları var. Yok eğer Citroen pilotları bu sene böyle mülayim yarışacaklarsa, sayılı zaman çabuk geçer, bir bakmışlar Ogier malı götürmüş… Zaten pilotlar şampiyonluğunu Citroen’in elinden alabilecek yegane adamın Ogier olduğunu, bu hafta iyice görmüş olduk. Malum, Monte Carlo bir otomobil yarışı değil, zeka testidir. Üstelik sadece etapta otomobili kullanırken değil, stratejilerinizde de zeki olmalı, değilseniz de zeki olanların lafını dinlemeniz gereken bir yarıştır. Bu zeka Ogier’de var, ve eski acemilik hatalarını bu sene tekrarlayacağını pek zannetmiyorum. Loeb’den yediği 1.5 dakikayı hazmetmesini bildi. Şampiyon olsa dahi, dünyanın iki numarası olacağını da… Olgunlaşma belirtileri gösteriyor ancak hala “Loeb’ün zamanlarını umursamıyorum” diyecek kadar küstah. Dediğim gibi, Citroen pilotları beceremedikleri takdirde, Ogier’yi alt ederse, bu kendi egosu alt eder.
Yarışı, etapları, otomobilleri ve lastikleri konuştuk, biraz da pilotlardan mı bahsetsek? Hatta bu defa bir değişiklik yapıp, yarışı kendi akışı içinde anlatmak yerine, pilotları tek tek değerlendirerek anlatalım. Önümüzdeki sezona dair bir çiçek falı olsun…
Pilotlar demişken, Sebastien Loeb’ü pilotlar klasmanına almak, hem kendisine hem de pilotlara haksızlık olacaktır ama, iki çift lafım var kendisine. İlk gün sonunda arkasındaki Ogier’yi 1.5 dakikalık yaptı, diğerleriyle selamı sabahı kesti zaten… Her zaman yaptığı bir strateji var ve bunu Monte Carlo’da daha da kolay yapıyor her defasında. O strateji ise, herkesçe malum: Gireceği yarışın şartlarına göre kafasında bir liderlik marjı belirliyor Loeb. O marjı yaratmak için daha en baştan atak yapıyor ve ilk gün sonuna kadar hedeflediği farkı koyuyor ikinci ile arasına. Sonra yarışın sonuna kadar o farkı üç al beş ver şeklinde koruyor. O marjı daha en baştan yaratmayı becerebilen dünyadaki yegane adam da Loeb. Geçmişte yola ilk çıkan olsa da bunu yaptı, şartlar zor olsa da bunu yaptı, rakiplerinin güçlü olduğu yarışlarda da bunu yaptı. En kolay yaptığı yer de, aslında yapması en zor yer olan Monte Carlo. Bu kadar komplike şartlarda, herkesin stresten ölüp bittiği, yollardan ağladığı, herşeyden şikayet ettiği Monte Carlo’da, sanki Yeşil Bursa Rallisi’nde gidiyormuş gibi rahat, herşeye hakim, hatasız bir pilotaj ile gidebiliyor Loeb. Bunu devam ettirebildiği sürece, o yıl yine şampiyon olur. Çünkü dünyada Monte Carlo’dan daha komplike bir ralli yok. Set up, lastikler, otomobil avantajı, yol notu, herşey bir noktada faydasız kalıyor Monte Carlo’da. Eğer Monte Carlo’yu her yıl güle oynaya kazanıyorsanız, kimsenin düşünemediği ihtimalleri düşünebiliyorsanız, çapraz lastik konfigürasyonu gibi şeyleri icad edebiliyorsanız, evet siz uzaylısınız demektir. Bir adam hem pilot, hem mühendis, hem havayı koklayan adam, hem psikolog, hem hesap makinesi, hem de robot olabiliyorsa, normal bir insan değildir. Başka birşey diyemiyorum ben artık…
Citroen pilotları ile devam edelim, ve takımın bir numarası Mikko Hirvonen’e gelelim. Gerçek şu ki, şampiyon olmak istiyorsa, bu bedbaht, Küçük Emrah halinden bir an önce kurtulması gerek. Tamam, Monte Carlo’da hayat çok zordur, ama herkes için çok zor, bir tek Hirvonen için değil. Seksen türlü lastik kombinasyonu denedi, çapraz taktı, ön-arka yaptı, çivili, çivisiz, vidalı, dubelli, buatlı, olmadı olmadı olmadı… Adamın olmadılarını okumaktan bana gına geldi bu yarış… Lastiklere zincir takıp öyle yollasalardı keşke, belki o zaman olurdu! Hirvonen çok disiplinli, bu işe kafa yoran, çok akıllı ve çok da sevilen bir sporcu. Ama hep bir bunalımda… Yarışın başından sonuna kadar verdiği bütün röportajlarda “Monte Carlo’dan nefret ediyorum”, “Lastiklere güvenemiyorum”, “Böyle kullanmaktan tiksiniyorum” gibi cümleler kurup durdu. Yahu, kim güvenebiliyor ki lastiklerine…? Ama adamlar gidiyorlar ellerinden geldiği kadar işte. Ve hepsi de Hirvonen’den tecrübesiz. Takım arkadaşı Sordo’ya bile yaklaşamadı. Tam yaklaşır gibi oldu, Sisteron’da yine çuvalladı ve hem Sordo kaçtı gitti, hem de Latvala’ya da geçildi. Ama işte ne dedik en başta… Monte Carlo bir otomobil yarışı değil, zeka testidir ve Hirvonen akıllı bir pilottur… Baktı ki işler iyi gitmiyor, beklemeye başladı. Diğerlerinin aldığı riskleri almadı ve sabırla bekledi. Ve bu beklemenin sonucunu son gün aldı. Önündeki dört pilot hata yaptı ve hiç yoktan daha iyi olan dördüncülük puanlarını aldı Hirvonen. Umarım, sevdiği İsveç Rallisi ile kendine gelir.
Diğer Citroen pilot Dani Sordo, geçen sene Monte Carlo’da Mini JCW ile müthiş bir yarış çıkartmış ve herkesi şaşırtmıştı. Çünkü bu tip şartları seven bir pilot değildir. Bu sene de aynı formu gösterdi Sordo. Güvenli bir sürat buldu ve o süratte istikrarlı bir şekilde devam etti. Kendisini tehdit eden Novikov’a karşı belli bir seviyede direnç gösterecek kadar savunma yaptı. Birkaç basit spin ve hata ile zaman kaybetti ama büyük riskler almadı. Özellikle Sisteron’da yaptığı savunma takdire şayan idi. Bu stratejisi ile de Carlos Sainz’in öğrencisi olduğunu gösterdi. Nitekim Sordo’yu tehdit eden Novikov uçtu, İspanyol podyumda başladığı yarışı, podyumda bitirdi. İyi iş çıkarttı doğrusu.
Sabırtaşı Bouffier’yi de tebrik etmek lazım. O da tıpkı Sordo gibi sabırla forse etti öndekileri. Atak yapmadı ama irtibatı da kesmedi ön taraf ile. Türlü tehlikeler atlattı, uçtu, çıktı, spin attı, yan yattı, çamura battı ama arabasını sırtladı, getirdi finishe, hem de beşinci sırada… Bu adamın determinasyonunu çok takdir ediyorum. Armin Kremer’in Grup N Subaru’su ile WRC-2’de ve genel klasmanda yaptığı işler de müthiş idi. Kremer’in tecrübesi deniz derya tabii… Sağ koltuğunda da Klaus Wicha… Kısıtlı tecrübesine rağmen, bu zor şartlarda gösterdiği olgun pilotaj ile Sepp Wiegand da dikkat çekti.
Monte Carlo’dan yüzü gülerek dönenler bunlardı. Yves Matton ve Jost Capito da yüzü gülenler listesine eklenebilir. Bu arada Mösyö Matton, her ihtimale karşı, Meksika uçağına fazladan iki bilet alınmasını emir buyurmuştur sekreterlerine sanırım… Şimdi gelelim cezalılara…
Baş cezalı, yine JM Latvala tabii. Sadece kaza cezası değil, bu sefer zaman cezası da yedi. Herkesin lastiklerini değiştirdiği ama hiç kimsenin ceza yemediği 2’nci zaman kontrol masasına 3 dakika geç gelen Latvala-Anttila ikilisi, daha yarışın başında 30 saniye cezayı ellerinde buldular. Tebrik ediyorum, hadi bir dakika geç kalırsın masaya, insanlık halidir, uzun sürebilir lastik değişimi, bijon kaybolur, makita bozulur, bunların hepsi anlaşılabilir. Ama bir değil, iki de değil, üç dakika geç kalıyorsanız, ve üzerinizde Volkswagen fabrika takımının tulumu varsa, böyle bir ahmaklık yapma lüksünüz yoktur. Güya kaydırarak otomobil kullanmayı en seven ve en iyi beceren pilot olan Latvala, tıpkı vatandaşı Hirvonen gibi, hiç bir şey gidemedi Monte Carlo’da. Alışkın olmadığı bir otomobil ile yarışıyor olmasının payı elbette büyüktür bunda. Yine Hirvonen gibi, kendisi başka bahaneler de üretti Latvala, “bu etaplarda fazla tecrübem yok” gibisinden. Ama herkes sonuca bakar, bahaneye değil. Bakalım, PoloR WRC’yi kaç yarış sonra eline geçirebilecek Latvala. Günümüzde ralli pilotu olmak sadece iyi otomobil kullanmaktan değil, otomobilin set up’ını şartlara ve kendi kullanım tarzına uydurmaktan da geçiyor. Yani biraz da mühendis olacaksınız. Marcus Gronholm’ün eseri olan son nesil Focus WRC ve onun birebir kopyası olan Fiesta WRC’de, bir set up başlangıç noktası vardı Latvala’nın. Şimdi o başlangıç noktasını kendisi oluşturmak zorunda. Ve göründüğü kadarı ile bunu henüz becerememiş. En güçlü olduğu yarışlardan biri olan İsveç öncesi, bu pek de iyi bir haber sayılmaz. Çünkü muhtemelen, İsveç’de hızlı gidecek Latvala. Set up’ı kötü olsa dahi, o hızı bulabilir de… Ama esas tehlike, o zaman başlıyor işte. Kelle koltuk giderken bir noktada yine yoldan çıkaracaktır O’nu bu hız. Latvala’nın yerinde olsam, Ogier’nin bu haftasonu yaptığı gibi, Loeb’ün arkasında ikinciliğe yatardım İsveç’de… İkinci günü de “I don’t know why, but…” ile başlayan cümlelerle harcayan Latvala, nihayet yarışın sonlarına doğru, bulmacanın eksik parçasını buldu: Henüz bir kaza yapmamıştı. Bunu yapmak için, Moulinet-Vesubie etabından daha iyi bir yer olamazdı, çünkü önceki gece inanılmaz soğuk bir hava ve kar yağışı alan etap, gündüz anlamsızca ve çok hızlı bir şekilde ısınmış, sonra tekrar kar yağarak, yolu çamur-buz karışımına bulamıştı. Aklı olan pilotlar, düzlüklerde 20-30 km/s sürati geçmezken, JM Latvala, starttan henüz daha 2km ileride, buz gibi lastikleri ile, bir sağ virajı tam gaz dönmeye kalkışınca, soldaki babacan çınar ağacına olanca hızıyla vurdu, doyamadı, bir de karşı duvara vurdu ve durdu. Böylece Volkswagen’in yeni WRC’sini ilk parçalayan pilot olma hedefine ulaşmış oldu. Bunu yaptığı sırada, yarışı kazanmak için atak yapmıyordu. Kritik bir durumu da yoktu, alt tarafı, kendisinden daha da yavaş giden Hirvonen’i geçmeye çalışıyordu, dördüncü olabilmek için!
Aynı ağaca Evgeny Novikov da vurdu, ve O da yarışı bırakmak zorunda kaldı. Videolardan gördüğüm kadarı ile, ıslak zeminde bile tam gaz geçilebilecek o virajı, çok hafife almıştı Latvala ve Novikov. Hadi Novikov tecrübesizdi ve üçüncülük için gazlıyordu, bir hedefi vardı… Peki ya Latvala’nın yarım saniye için arabayı parçalamasına ne demeli? Novikov, ikinci ve üçüncü günlerde lastiklerine hiç acımadı ve sürekli yeni lastik taktırdı. Eline iyi bir fırsat geçmişti, Latvala, Hirvonen, Hanninen gibi, hesapta kaygan yol ustası diye ortada gezen arkadaşlar, pinekliyorlardı. Rus, Onlar’ı kolayca ekarte etti ve Sordo’yu gözüne kestirdi. Delecour’un yol notları da çok işine yarıyordu ama hızlı koşan atın boku seyrek düşüyor işte Monte Carlo dağlarında… Demek ki her tam gaz viraj, tam gaz dönülemiyormuş bazen… Novikov’a yazık olmadı diyemem, ama ne zaman hızlansa, kaza yapıyor. Latvala’nın Rus modeli olma yolunda ilerliyor şu an…
Bir diğer cezalı da, WRC’nin çaylağı Juho Hanninen idi. Tıpkı Latvala ve Hirvonen gibi, O da kaygan yollarda vasat tempoyla gidiyordu ama şaşırtıcı biçimde, kötü giden Fin pilotların içinde en iyisi yine de Hanninen idi. En azından bir best time yaptı ve birkaç iyi zamanı vardı. Hatta, kaza yapmadan önce de, frenle karışık kafadan kayarak girdiği çok büyük bir tehlikeden, mükemmel bir şekilde sıyrıldı. Ama bu yarış bütün pilotların saçlarını beyazlatan Moulinet-Vesubie’de, Hanninen de papazı buldu ve Fiesta RS WRC’sine hasar verdi. Stop masasına kadar devam etti ama orada bıraktı yarışı. İşin ilginç yanı, etabın ikinci geçilişinde, kaygan yol ustası diye geçinen bir başka İskandinav, Mads Ostberg de kaza yaptı ve arabasına verdiği hasar ile 6 dakika kaybetti. Daha da komik olan şey ise, kaygan yollarda “çok giden” bu dört arkadaşın dördü de, bu şartlarda “güya hiç gidemeyen ve asfaltçı” Dani Sordo’yu yakalamaya çalışırken helak ettiler kendilerini. Hatırlatma: Monte Carlo Rallisi, bir otomobil yarışı değildir, zeka testidir. Neticede, sırf bu etabın iki geçişi bile, zeki pilotlar ile, diğerlerinin farkını ortaya koymaya yetti.
Bunların dışında, gözler Thierry Neuville ve Esapekka Lappi’nin üzerinde idi. Neuville, Yves Matton’ın ahını almanın bedelini, tekerleğini kopartıp, yolda kalmakla ödedi. O da tıpkı Latvala abisi gibi, herşeye sil baştan başlamanın bedelini ödeyecek bu sezon. Bazen yanlış kararların cezasını, insan kendi kendine elleriyle keser. Bu sene podyumu zor görür Neuville. Şaşılacak şey ama, bu yarış ne kadar İskandinav pilot varsa, hepsi çuvalladı. Lappi de erken kaza yapanlardan biriydi. Tabii Lappi çok hızlı ama çok da tecrübesiz. O yüzden kredisi var. Fakat değerli puanlar kaybetti WRC-2’de.
Loeb ve Ogier’nin varisi olarak deklare edilen, FFSA’nın yeni yıldız adayı Sebastien Chardonnet, WRC-3’de yarışı bitirebilen tek isim oldu. Ama çok şanslı idi. İlk gün iki farklı etapta iki kayaya vurdu ve iki kez durup lastik değiştirmek zorunda kaldı. Sonra da uçtu, hem de öyle bir uçtu ki, en az 10 kişi gerekiyordu arabayı çıkartmak için. Ama şanslı Fransız o virajda çok sayıda yardımsever seyirci buldu ve DS3 R3T, uçtuğu yerden yola geri itilebildi.
Monte Carlo’dan manzaralar işte böyle idi, heyecanlı bir sezon bizi bekliyor gibi… Bu arada 2014 için hazırlanan Hyundai WRC takımının başına Michel Nandan’in getirildiği haberi çıktı. Bu çok iyi bir haber, çünkü kendisi, 206 WRC ve 307 WRC zamanında Peugeot Sport’un Teknik Direktörü idi. Az buz bir adam değildir. Hyundai’nin rekabetçi olabilmesi için, iyi bir sebeptir Nandan, umarım yanılmam…
Bu arada, federasyondan kimi kulüplere şifahen yapılan açıklamada, takvimin yakın zamanda ilan edileceği, ve takvim ilan edildikten sonra, kulüplerden gelecek mahalli ralli müracaatlarının kabul edilmeyeceği deklare edildi. Üst düzey yetkililerden, bazı kulüp başkanlarına yapılan bu şifahi duyurunun, kitapta yazılı olarak da hayata geçip geçmeyeceği merak konusu oldu. Zira, bu duyuru gerçeğe dönüşürse, kulüpler ellerini çabuk tutmak zorunda kalacaklar. Yok eğer bu kural, kitapta resmiyet kazanmazsa, o halde, takvim ilan edildikten sonra yapılacak müracaatlar, münferit ralliler olarak değerlendirilecek ve yeni tasarlanan federasyon kupasına puan vermeyecekler sanırım? Sezon ortasında takvime sonradan yarış eklemek pek normal olmayacağına göre..?
Yeni federasyon yönetimine zaman verilmesi gerektiğine dair geçen yazımdaki fikirlerime dair, olumlu ve olumsuz pek çok e-mail geldi. Herkesin görüşüne saygım var, benim görüşüm, en az bir yıl, hatta belki iki yıl sonunda ancak bir yargıya varabileceğimiz yolunda. Neredeyse sil baştan kurulan bir yapı söz konusu… Şu aşamada tek dikkat etmemiz gereken, kuralların kime göre, neye göre doğru –veya yanlış- oldukları değil, koyulan kuralların uygulamasının ne derece titizlikle yapıldığı olmalıdır. Uygulanmayacak kuralın koyulmaması, koyuldu ise de uygulanması, eski gri kurallarımızın yerine, daha kesin, siyah veya beyazı işaret eden kurallar konulması durumunda, bu kaos kısa zamanda diner. Bu durumla ilgili, mevcut kuralların bazılarının ihlaline istinaden, bir lisanslı sporcu olarak benim de federasyona resmi bir başvurum oldu. Kuralların kesin çizgiler dahilinde olmaları, sporcuların sorumluluklarının kesin çizgiler ile belirlenmesi, sporcuların yeni yönetime olan güvenini derinden etkileyecektir.
Bu arada yüzlerce kişinin davet edildiği, eski-yeni nesillerin bir araya geldiği, birçok kupa heveslisi arkadaşımızın egolarının okşandığı ödül töreni gecesinde hiçbir şey unutulmamıştı da, bir şey unutulmuştu… Daha doğrusu birisi. Kemal Merkit… O’nu 2012 yılında ve yarıştığı sırada kaybettik. Ve 2012 yılının ödülleri dağıtılırken, bir Allahın kulu da akıl edemedi, bir dakikacık saygı duruşunu. Sonra, bu sporun ülkemizdeki değerinin düşük olmasından bahsediyoruz. Biz, içimizden birine, kendimize bile değer vermiyoruz ki, başkasının değer vermesini bekleyelim… Kupalar tatlı geldi tabii, seni unuttular Kemal Abi, kusura bakma…
Hatalıysam: arasdincer@rallidergisi.com